Akşam yemeğini Kadıköy’de Adapazarı Islama
köftecisinde yedim. Adapazarı Depreminden beri kötü çağrışımlar yapan bir
dükkan haline geldiği için daha seyrek gider olmuştum oraya. Cehennemde geçirdiğim bu yaza uygun bir
yemek mekanıydı. Cehennemde her şey iyi gider. En son Sema ile yemiştik
orada aylar önce. Onun ile ilişkimizin yeni başladığı zamanlardı, o zamanlar
henüz daha yeni yeni tanımaya çalışıyorduk birbirimizi, daha doğrusu kendimizi
yeni yeni tanıtmaya çalışıyorduk birbirimize, en azından ben öyle yapıyordum.
Bu tür lokantalarda tepelerde bir
yere, koca bir, hatta birden fazla TV ekranı oturtmanın gelenekleştiğini,
hepimiz biliriz. Burada da sol tarafımda, kasanın üzerinde bir yerlerde böyle
bir eleman mevcut. Tam karşımda ise TV hizasında bir yerde büyük bir Plazma TV
büyüklüğünde, normal bir TV derinliğinde bir akvaryum koymuşlar. İçinde en
küçüğü bir koca insan papucu büyüklüğünde siyah dört balık. Balıklar akvaryumun
küçüklüğünden, alansızlıktan hareketsizliğe mahkum; tek yaptıkları, üç adımda
bir, geriye dönülmesinden dolayı adı keskin Sinop voltasına çıkmışa, benzer
anlamsız bir hareketi bıkkın bir şekilde sürdürmek. Hele bir balık var ki
gözlerinden akan şizofreni akvaryumun dışına taşıyor; onun en büyükleri, en
yaşlıları olduğunu anlıyorum. Sabit bir noktadan koca, donuk, patlak gözlerle
dışarı bakıyor, sadece bulanık bir ışık görüyor, ona bakıyor. Gözlerinde acı
var, aynen acı dolu bir insanın gözlerindeki gibi, “hayret” diyorum “acı bu
kadar başat bir duygumu ki, gözlere yansıması balıklarda bile aynı, milyarlarca
yılın mirası mı bu”. Sadece ona bakıyorum. Şu insanlar, hayvanlar, şu insan
müsveddeleri neler çektiriyorlar şu hayvancıklara. O balık, başına gelen olayı
ne olarak algılar acaba. Tanrı bizi
görmüyorsa, bu balıkları da mı görmüyor! kedileri yakalayıp yakalayıp kısırlaştıranları
da mı görmüyor. Ursula L.Guin’in öyküsünde okuma yazmayı sökemeyen,
kendisine öğretilmeye çalışılanın okuma-yazma olduğunu akıl edemeyen,
sökemediği için de ölümü hak eden o çok zeki, en zeki fare misali.
Dükkanın sahibi, garsonlardan birini üst kattan koli
almaya yollamış da, çocuk aptal bir soru mu sormuş. Beni kendisine yaşıt gördü
ya anlatıyor “üniversite 2’ye gidiyor, zerre kadar kafa çalışmıyor” “hadi biz
liseden terkiz, atılmayız, ittik çünkü. Bunlar nasıl gidiyorlar üniversiteye
anlamıyorum, hiç kafa çalışmıyor”. İki saniyede adamın psikolojik tahliline
girecek değilim tabii. “Boş ver” diye düşünüyorum, babasından miras kalan bu
dükkan olmasa zor bulur kendisinde böyle konuşma gücünü. Ama illaki şu
akvaryum. Kendimi şu akvaryumdaki çirkin balıklarla çok fazla özdeşleştirdim
galiba.
Garson köfteleri getiriyor, aslında Adapazarı ıslama
köftesinin acılı, soslu, yağlı yumuşak ekmeğini severim, ama son zamanlarda
melatonin ihtiyacım artığından mı ne, pilav da geçmiyor değil aklımdan. Garsona
soruyorum pilav var mı? Tabii ki var, kendi kendimi anlamsız bir duruma
düşürmek üzere olduğumun ayırdına varıyorum, ters yüz ediyorum. “dur bakayım,
biraz sonra”
(2010 yaz sonu...)
(2010 yaz sonu...)