17 Eylül 2016 Cumartesi

AKVARYUM

Akşam yemeğini Kadıköy’de Adapazarı Islama köftecisinde yedim. Adapazarı Depreminden beri kötü çağrışımlar yapan bir dükkan haline geldiği için daha seyrek gider olmuştum oraya. Cehennemde geçirdiğim bu yaza uygun bir yemek mekanıydı. Cehennemde her şey iyi gider. En son Sema ile yemiştik orada aylar önce. Onun ile ilişkimizin yeni başladığı zamanlardı, o zamanlar henüz daha yeni yeni tanımaya çalışıyorduk birbirimizi, daha doğrusu kendimizi yeni yeni tanıtmaya çalışıyorduk birbirimize, en azından ben öyle yapıyordum.

Bu tür lokantalarda tepelerde bir yere, koca bir, hatta birden fazla TV ekranı oturtmanın gelenekleştiğini, hepimiz biliriz. Burada da sol tarafımda, kasanın üzerinde bir yerlerde böyle bir eleman mevcut. Tam karşımda ise TV hizasında bir yerde büyük bir Plazma TV büyüklüğünde, normal bir TV derinliğinde bir akvaryum koymuşlar. İçinde en küçüğü bir koca insan papucu büyüklüğünde siyah dört balık. Balıklar akvaryumun küçüklüğünden, alansızlıktan hareketsizliğe mahkum; tek yaptıkları, üç adımda bir, geriye dönülmesinden dolayı adı keskin Sinop voltasına çıkmışa, benzer anlamsız bir hareketi bıkkın bir şekilde sürdürmek. Hele bir balık var ki gözlerinden akan şizofreni akvaryumun dışına taşıyor; onun en büyükleri, en yaşlıları olduğunu anlıyorum. Sabit bir noktadan koca, donuk, patlak gözlerle dışarı bakıyor, sadece bulanık bir ışık görüyor, ona bakıyor. Gözlerinde acı var, aynen acı dolu bir insanın gözlerindeki gibi, “hayret” diyorum “acı bu kadar başat bir duygumu ki, gözlere yansıması balıklarda bile aynı, milyarlarca yılın mirası mı bu”. Sadece ona bakıyorum. Şu insanlar, hayvanlar, şu insan müsveddeleri neler çektiriyorlar şu hayvancıklara. O balık, başına gelen olayı ne olarak algılar acaba. Tanrı bizi görmüyorsa, bu balıkları da mı görmüyor! kedileri yakalayıp yakalayıp kısırlaştıranları da mı görmüyor. Ursula L.Guin’in öyküsünde okuma yazmayı sökemeyen, kendisine öğretilmeye çalışılanın okuma-yazma olduğunu akıl edemeyen, sökemediği için de ölümü hak eden o çok zeki, en zeki fare misali.

Dükkanın sahibi, garsonlardan birini üst kattan koli almaya yollamış da, çocuk aptal bir soru mu sormuş. Beni kendisine yaşıt gördü ya anlatıyor “üniversite 2’ye gidiyor, zerre kadar kafa çalışmıyor” “hadi biz liseden terkiz, atılmayız, ittik çünkü. Bunlar nasıl gidiyorlar üniversiteye anlamıyorum, hiç kafa çalışmıyor”. İki saniyede adamın psikolojik tahliline girecek değilim tabii. “Boş ver” diye düşünüyorum, babasından miras kalan bu dükkan olmasa zor bulur kendisinde böyle konuşma gücünü. Ama illaki şu akvaryum. Kendimi şu akvaryumdaki çirkin balıklarla çok fazla özdeşleştirdim galiba.


Garson köfteleri getiriyor, aslında Adapazarı ıslama köftesinin acılı, soslu, yağlı yumuşak ekmeğini severim, ama son zamanlarda melatonin ihtiyacım artığından mı ne, pilav da geçmiyor değil aklımdan. Garsona soruyorum pilav var mı? Tabii ki var, kendi kendimi anlamsız bir duruma düşürmek üzere olduğumun ayırdına varıyorum, ters yüz ediyorum. “dur bakayım, biraz sonra”
(2010 yaz sonu...)